12. Sınıf : Türk Dili ve Edebiyat - 2. ünite : Hikaye Test Soruları
TestSorular'da sadece oturum açmış öğrenciler çözdükleri testlerden puan kazanabilir.
Yok benim amacım puan toplamak değil sadece kendimi geliştirmek istiyorum diyorsan, sorular seni bekliyor.
Eserlerinde kendine özgü anlatım biçimleriyle doğa, toplum ve zaman ilişkilerinin bireyin iç dünyasındaki yansımalarını irdeledi. Toplumun çalkantılı dönemlerini ve bu dönemlerin bireyler üzerindeki etkilerini yansıttı. Toplumcu gerçekçi görüşü benimsemekle birlikte, kullandığı biçimsel yeniliklerle bu anlayışı sorguladı. İdeolojik kaygı ve toplumsal duyarlılığa karşın bireyi ihmal etmedi. Çoğunlukla bilinç akışı ve iç monolog teknikleriyle insanın iç dünyasını başarılı bir şekilde ortaya koydu. Yazarın, Yüksek Gerilim, Hadi Gidelim, Sessizliğin İlk Sesi adlı eserleri hikâye türündeki eserleridir.
Kızıltoprak’taki eski evdeyim. Babaannem yanımda. Çocuğum ben çocuk. Ne kadar çok seviyorum bu eski tahta köşkü. Bahçe kocaman. Dut ağacı, tavuklar, horozlar var. Havuzda balıklar yüzüyor. Sağ yanda Hacı Arif Bey’in köşkü var. Hacı Arif Bey bahçeye çok meraklı. Namaz seccadesi kestane ağacının gövdesine asılı. Onların arka bahçesindeki ufak kulübede sağır, dilsiz bir kadın oturuyor. Arka bahçeye gidip tele dayanıyorum; sağır, dilsiz kadın kulübeden çıkıp yanıma geliyor.
Hava birdenbire patladı. İskeleye tam yaklaşırken sokaktaki
I II
tozlar, üstümüzü başımızı sardı. Rüzgâra karşı yürümemiz bile ilk dakikada âdeta imkânsız gibi görünüyordu.
III
Yoksa hava ansızın değişmeyip de bozacağını biraz his-
IV
settirse hiç böyle gecikir miydik?
V
Kasa yapmayı bilmiyordu. Kasaları süslemeyi biliyordu.
Gönlünün karanfillerini…
“Boyaları dökülmüş eski bir kamyonun kasasını kuşlar,
çiçeklerle süsleyecekti. Süsleme işi en aşağı bir hafta sürerdi. Ancak kamyon sahibinin acelesi vardı, işinden olmak istemiyordu. Yük çekecekmiş. Resimlemektense…
Bir günde yeşili çekip verdi. Boydan boya… Pırıl pırıl…
Adam kamyonun kasasına bu hâliyle de hayran hayran
bakıyordu. Sevine sevine aracına binip ayrıldı.
Küçük tahta bavulumu bir elime, ak bezden dikilmiş torbamı öbür elime alıp hazırlandım. Tren yayvan, çıplak tepelerin önünden geçiyordu. Sonra yeşil bir ovaya girdi, tepeler gittikçe uzaklaşıyordu. Geniş tarlalar başlamıştı. Kavaklar, söğüt ağaçları belirdi. Derken tren yavaşladı. Akasya ağaçları içindeki küçük bir binanın önünde durdu. İstasyonda kırmızı şapkalı memurdan başka kimse yoktu.
Kasa yapımında çalışan kaportacı arkadaşı, sabah akşam karşısına geçip de inatla, sabırla, ona bunu öğretmeye kalkana dek, önemsiz bir iş yapmakta olduğunu bilmezdi. Kendisi için önemliydi, güzeldi, iyiydi. En iyi bildiği işti. Atlı araba, kamyon kasalarını süslüyordu. …Kaportacı: “Boşuna çaba.” dedi. “Boya, boya. Hepsi süsü için!” İlkin şaşırdı. Onun kasa yapımındaki yorgunluğunu şuradaki serin sularla giderdiğini, içini dışını ovup yıkadığını sanmıştı. Derken ürktü. Yüzüne bakmadı onun. Direndi. Karanfillerden birini kulak ardından çekip resimli tahtanın üst başına kondurdu. Birini de henüz tomurcukta olanı, gönlünden çıkardı, alt yana kondurdu. Beriki kıs kıs gülüyordu. O, başını hiç kaldırmıyordu. Coşkusu yırtılır diye ürküyordu. “El değmiş coşkuya yama vurulmaz!” dedesinin sözüydü. Kaportacı, bir başka gelişinde: “İş mi bu senin yaptığın?” dedi. “Kötü mü boyuyorum? Kuğular çirkin mi? Kuşlar ölü mü? Yine başını kaldırmamıştı. Öteki yine güldü. Gülüşü hoyrat. Böyle, güle güle çekilip gitmişti. O da kuğuları daha ak, kanatları daha parlak yapayım derken bozdu. İlk bozuşuydu. Arkadaşı giderken: “Bizim atölyede tabancayı sıkarsın, bir saatte boyar geçersin koca bir kasayı” demişti. Aklı buna takılı kaldı. Güneş biraz solgun doğdu. Keçi yolunun ucunda açan gül yaşlı oldu.
Sen gir bugün imtihana, her sorduklarını çatır çatır bileceksin. Gerçi binlerce öğrenci katılıyormuş, aralarından yüz, yüz elli kişiyi alıyorlarmış. Gene de sen kazanacaksın, gör bak! Benim akıllı uslu kızımsın. İsterlerse öyle mal mülk gibi bir şey, ben derim ki ne demek? Benim kızım kalmaz sınıfta. Devlet masrafına ziyan vermez. Bunları okulun müdürüne, böyle bir bir anlatırım. Hemen anlar. Hem canım o da bizim gibi bir insan. “Benim kızım yıllardır yalnız uyanır sabahları,” derim. “Hiç şımardığı olmamıştır kimseye. Bir gün bile çıtırtısı duyulmamıştır.” derim. “Sanki o, çocuk olmamıştır.” derim.
Acaba alınımda, “Aptal” mı yazıyor ne, benim göremediğim
I
ve başkalarının iyi gördüğü. Ben şahsen saygılıyımdır insanlara, tanımadığım herkeze karşı dikkatliyimdir, ilk
II
tanışdığım insanın bir kötü tarafını görünceye kadar onu
III
hemen iyiler hanesine yazarım. Gerçi bende kötüler hanesi
IV
pek yoktur ya neyse. Çok iyi tanıdığımı sandığım arkadaşlarımdan dâhi incindiğim çok olmuştur.
V
Güz yağmurlarıyla birlikte adadan ayrılma isteği belirdi
içimde. Kışı burada geçirmekten korkuyordum. Burası:
Bir ada. Dört yanı denizle çevrili. Bir denizin üstüne oturmuş. Ya deniz dibindeki kayalar çözülürse? Ya ada batarsa? Bundan mı korkuyordum? Bilmiyorum. Kışın esecek,
günler boyu dinmeyecek fırtınaların korkusu muydu içimdeki? Bilmiyorum. Bir sabah, iskeleye gittim. İki gün sonra
kalkacak vapur için bir bilet istedim. Bir tek bilet. İskele
memuru, önüne koyduğum parayı eliyle itti.
– Nereye gidiyorsunuz? dedi. Adamızda rahat etmediniz
mi?
– İşlerimi çözümleyip döneceğim, dedim.
– Hangi işleri? dedi. Neyi çözümleyeceksiniz? Bırakın
bunları. Oturun oturduğunuz yerde. Bakın, artık yabancılar da kalmadı adamızda.
– Ben sizin düşüncelerinizi sormadım, dedim. Ben ilk vapur için bir yer istiyorum.
– Bir yer mi? dedi iskele memuru. İlk kalkacak vapurda
sizin için bir yer yok.
– Yani bütün yerler dolu mu? dedim.
– Hayır, dedi. Sizin için yer yok, dedi.
– Bu ne demek? dedim.
– Bu şu demek ki adadan ayrılmak için sizin özel izin almanız gerekiyor.
Küçük istasyon binasının arkasında, battal bir hatta çekilmiş, eski bir vagonda kalıyorduk. Vagondan ev. Babam erkenden işe giderdi. Ben uyandığımda yoktu yani. Annem o sırada dışarıda olurdu. Tavuklara yem veriyor tabi. Kızardım ona. Beni bekle, beni uyandır, birlikte yem verelim diye. Dışarıda yakıcı bir güneş vardı. Yazın güneş, kışın kar. Doğuda bir yerlerde olmalıydık. Annem vagon evin önüne bir bahçe kurmuştu. Vagonun çatısına çekilmiş iplere dolaşık ebruli, mavi kahkaha çiçekleri, cennet süpürgeleri, gecesefaları, kadifeler hatta teneke kutulara dikilmiş iki de karanfil vardı. Havalar serinleyince karanfilleri içeri alırdık. Vagon evin ırmağa bakan yüzüne bir pencere açılmıştı. Karanfilleri onun önüne koyardık. Sabah uyandığımda, pencereden sızan güneş gözlerimi kamaştırır; ortalığı bir karanfil kokusu kaplardı.