12. Sınıf : Türk Dili ve Edebiyat - 2. ünite : Hikaye Test Soruları
TestSorular'da sadece oturum açmış öğrenciler çözdükleri testlerden puan kazanabilir.
Yok benim amacım puan toplamak değil sadece kendimi geliştirmek istiyorum diyorsan, sorular seni bekliyor.
Çocukluğumuzda eşsiz bağ bozumlarını yaşardık. Ekim ayı,
kasabamızın en güzel aylarından biriydi. Ne kışın dondurucu soğuğu, ne yazın kavurucu sıcağı vardır. Güneş parlak,
gök açıktır. Rüzgârlar serin serin eser. Yağan yağmurlar,
sürekli olmazlarsa, bahçeleri, bağları, evleri ve sokakları
yıkayan, tertemiz yapan tabii bir banyodur, tabiatın sabah
sabah duş alması gibi bir şeydir. Bu ayda, bağlarda üzümler
toplanır; pekmez, pestil, sucuk ve kesme gibi isimleriyle kış
tatlıları yapılır, küplere doldurulur. Yaza kadar onlarla idare
edilir. Bağbozumu dolayısıyla diğer bütün kış hazırlıkları da
tamamlanır. Büyük kazanlarda kavurmalar pişirilir. Pastırma
yapılır. Bulgur, yarma, döğme, nişasta, tarhana, un hazırlanır. Sebzeler kurutulur. İplere dizili biberler haftalarca pencerelerde güneşe karşı konur. Turşu ve reçeller yapılırdı.
Kısacası, kasım ayı girince kışa her şey hazır girilirdi.
Bu parçayla ilgili,
I. Çağrışım değeri olan mecazlı bir anlatımı vardır.
II. Benzetmelere yer verilmiştir.
III. Sosyal hayata dair ayrıntılara değinilmiştir.
IV. Kahraman anlatıcı bakış açısıyla kaleme alınmıştır.
V. İç konuşma, bilinç akışı tekniklerine yer verilmiştir.
Bavulum elimde. Ipıssız sokakta, ortada kaldım. Tekerlekler, atlar göçük sesler çıkararak uzaklaştılar hızla. Yok oldular. Bir yumuşaklığa dalıvermiş gibi. Sesler hiç yankılanmadı. Evler, duvarlar kaskatıydı. Çinko oluklar, çatılan kristal parıltılarla çevreliyordu. Ortalıkta bir köpek bile yoktu. Ipıssızdı her yan. Orada çömeldim. Bu evin tokmağı böyle el biçiminde miydi? Tunçtu el. Kara binektaşı burada mıydı? Bilye çukurlarımızı doldurmuşlar. Duvar boyunu yokladım. Kardeşimin başını bu sokakta yarmışlardı. Kan izleri yok olmuş. Çember izlerimiz yok. Bizim evin kapısı pürüzlüydü. Boyanmış. Kül rengi ya da yeşil. Soğuk. Budak yerleri vardı. Budağın birini ben çıkarmıştım. Sokaktan gelip geçenlere su püskürtürdüm oradan. Babam aşık oynamamı yasaklamıştı.
(I) Barikan Oteli’nin sokağının önünde tesadüfen -Sancho’nun sezisi bu tesadüfü pek yutmamıştı ya- Selmin Hanım’la onun kahverengi danuası Diojen kaldırımda belirdiler. (II) Selmin Hanım yürüyüş için pantolonunun üzerine kalın bir dağ süveteri giymiş, ayaklarına ökçesiz spor iskarpinler geçirmişti. (III) Diojen, sakin, uysal ve aşırı derecede sabırlı bir köpekti. (IV) Sancho onunla ilk defa Selmin Hanım’ların verdiği bir ziyafette masanın altında tanışmıştı.
Duisburg şehrinin ortaları her nasılsa güneşliydi o gün. Aklı bozlu güvercinler, yerin beton kaplı yüzüne konmuşlar, yiyecek bir şeyler arıyorlardı. Ama bulamıyorlardı. Dışı arı peteklerini andıran süslerle kaplanmış büyük Horten mağazası ile Şehir Kitaplığı, çok eski bir Anadolu deyimi ile birbirine üç adımdı. Aradan tramvay geçiyordu. Savaş öncesine ait gürültülü tramvaylar yoktu artık. Şimdikiler sessizce gelip “Cıııızzzt!” geçiyorlardı. Metro yapımı, yerin altında, köstebek tünellerini andırır biçimde ilerliyordu.
Pencerenin önünde baktım karşı komşumuz Boşnak Nuri’nin küçük oğlu. Kapılarının önünde yüzükoyun düşmüş, ağlıyor. Birden kendimi yıllar öncesinde buldum o an. Nuri’yi, karısını etraflıca hatırlamaya çalıştım. Pek az şey geliyor hatırıma. Eve girip çıkarken, ikisinin de gözlerinin içi ışıl ışıl, kapılarının arasından görünürdü. Yüzü gülerdi hep. Bazen de şarkı söylediklerini duyardım. Hepsi bu kadar.
Dedemin cepheye gittiği günü ve ondan sonraki bekleyiş yıllarını, ninem bütün çizgileriyle hatırlıyordu… Dedem köyden ayrıldığında ninem gelin olduğu gün giydiği üç eteğini işte o kara sandığa katlayıp koymuştu. Genç askerler buğulu bir dağın ardında kaybolup gittikleri gibi köyde kadın sesleri çoğalmış, geceleri sönük fersiz pencereleri karanlıklar örtmüş, ölü zamanlara girilmişti artık. Köy dünyanın bir ucunda kalmıştı. Ninem, geceleri, pencere önünde karanlığı sırtına bürler, yüreğinin atışı saat rakkası gibi odada duyulur, Anaç Dağ’a doğru yüksek, ulu bir sesle ağlamak ister, sonra aklını yitirmekten korkup soluğunu, boğazındaki düğümlenmeleri çözmeğe, bastırmağa çalışırdı. Kimi zaman o tarladayken, terini sile sile veya bastonuna dayanıp da aşağı yoldan gelen kocamış birini görür, hemen o yana koşardı. “Dayı, emmi, cephelerden bir haber var mı, kurban olayım emmi?”
I. Çiçeklerden çok, taşlığın öte yanındaki kapı çekiyordu Şükriye’yi.
II. Ankara’dan sonra deniz kenarı çok başka güzellikler düşletirdi sizlere.
III. Kel Asım Paşa’nın bahçesinden almıştı annem onları; sakız sardunyaları, her renkte.
IV. Kendimi, romantik dönemin Fransızlar’ı, İngilizler’i ya da Almanlar’ıyla mı karıştırıyordum?
V. Mısır Çarşısı’ndaki beğendiğimiz börekçi var ya, kanarya kuşları olan, orda öğle yemeğimizi yeriz.
Ara sıra hatırlıyorum; büyük ağabeyimin elinde kazma, ortancada kürek, küçüğünde sönük bir gaz lambası, onlar önden, ben birkaç adım geriden o korkunç mağaradan içeri giriverirdik. Önce ağabeylerim biraz aralarında konuşurlar, lâmbanın ışığını karanlık içinde bir gezdirirlerdi. Böcekler, akrepler, örümcekler ve daha bir sürü garip şekilli haşarat aydınlıktan korkup kaçardı. Mağaranın içi bir dehlize benzer, etrafta birtakım acayip şeyler varmış gibi görünür, durmadan tepeden damla damla su sızar, yer daima ıslak olurdu.
Tabelacı dükkânının önünde yaş yaş, kurusunlar diye duvara dayanmış iki levha vardı. Baktım birinde “Saatçi A. Yayladan” yazılı. İçimi bir hüzün bürüdü. Karşıdaki saatçinindi bu levha, sormuş öğrenmiş gibi biliyordum bunu. Küçücük dükkânın önünden her geçişimde hep aynı hüzün kaplardı içimi. Bütün gün orada oturan benmişim gibi. Yolun çarşılığından kurtulup evlerinin başladığı ucundaydı dükkân. Daracıktı. İçi karanlıktır diye düşünürdüm. Saatçinin hikâyesini yazmak istiyordum. Karşıya geçtim. Saatçinin kapısındaki cama dayadım burnumu, içeriye baktım. Loştu. Saatçi bir masanın ardında oturuyordu. Gözlüklüydü. Bıyıksız oluşuna şaştım. Kafamdaki bıyıklıydı. Gözlüklerinin üstünden dik dik bakıyordu bana. Hoşuma gitti. Çekildim. Başka biri olsaydım belki dükkâna girer, saatimi çıkarır, “Usta, günde üç dakika geri kalıyor bu!” derdim. O, saati ayarlarken ben dükkânın girdisine çıktısına bakardım. Birkaç soru da sorardım saatçiye. Hikâyenin olayı daha baştan kafamda hazır olurdu.
(I) Deniz kıyısındaki bu balıkçı köyünde bir marangoz vardı. (II) Marangozun o günün ve köyün koşullarına göre iyi sayılabilecek bir işliği, işliğinde yeterince araç gereci, hızarı bulunuyordu. (III) İkindi üzeri öğrencileri evlerine yolladıktan sonra doğru oraya giderdim…(IV) Nedeni, bir kez marangoz güzel konuşan, doğru bir adamdı; ikincisi, benim tahta işlerine tutkum vardı. (V) Hem marangoz Kerem’le konuşuyor hem de eşya kutusu, çerçeve gibi şeyler yapıyordum.