11. Sınıf - Felsefe - 4. Ünite : 18. Yüzyıl - 19. Yüzyıl Felsefesi - 18. Yüzyıl - 19. Yüzyıl Felsefesi - Ünite Tekrar Test Soruları
TestSorular'da sadece oturum açmış öğrenciler çözdükleri testlerden puan kazanabilir.
Yok benim amacım puan toplamak değil sadece kendimi geliştirmek istiyorum diyorsan, sorular seni bekliyor.
insan zihni doğuştan boş bir levha (tabula rasa) gibidir.
Hume’a göre, neden-etki bağlantısı idesinin kaynağı sayabileceğimiz bir izlenim yoktur. Peki nasıl oluyor da bizde böyle bir tasarım var? Biz, a olayının ardından b olayının geldiğini birçok kez görünce zihnimize bir alışkanlık yerleşir. Örneğin, ateş üzerine konulan suyun şimdiye kadar hep kaynadığına tanık olduk. Bu bizde, ateş ile suyun kaynaması arasında nedensel bir bağ kurmamıza yol açmaktadır. Eğer ateş üzerine konulan su donduğuna tanık olsaydık, bu kez zihnimize böyle bir nedensel bağ yerleşirdi. Demek ki, bilincimizde birbiri ardından gelen tasarımlar arasındaki sübjektif bir bağlantıyı, doğa olayları arasındaki bir bağlantı haline sokmak suretiyle objektifleştirir ve objede de gerçekleştiğini sanırız.
Kant’a göre, “apriori bilgi” ve "aposteriori bilgi” olmak üzere iki tür bilgi vardır. Apriori bilgi, doğruluğunu deneye başvurmaksızın bildiğimiz önermelerdir. Aposteriori bilgi ise, doğruluğu ancak deneyle bilinebilen bilgilerdir.
İşlek bir cadde üzerinde bir illüzyonistin tek bir baston desteğinde havada asılı gören herkes şaşırır. Aslında illüzyonistin bu gösterisi ile yerde oturması arasında mantıksal olarak bir fark yoktur. Fakat hepimiz gerçekte illüzyonistin havada bastona dayanarak o şekilde durmasının imkansız olduğunu düşünür ve gösteride bir hile aramaya başlarız. Peki böyle düşünmemizin nedeni nedir? Bunun nedeni, bu gösterinin bizim doğada alışageldiğimiz olağan olayların dışında bir olay olmasındandır. Eğer oradaki izleyicilerin tümü doğada bu tür olaylarla sık sık karşılaşmış olsaydı bu gösteriyi olağanüstü bulmaz, hayretle karşılamazdı.
Hume’a göre, düşünmenin bütün gerecini dış deney ile iç deney sağlar. Zihnin gördüğü iş, yalnız bu gereçleri bağlamak, birleştirmek, değiştirmek, genişletmek ya da daraltmaktan ileri geçemez. Zihinde bulunan ideler, canlı izlenimlerin soluklaşmış yansılarıdır. İlk bakışta kaynaklarından çok uzaklaşmış gibi görünseler de idelerimiz iyice araştırılınca, bu kaynaktan çıkmış oldukları görülür.
Hume’a göre, töz kavramı, duyumlarımızı birçok defa hep aynı biçimde birleştirmemizden, bağlamamızdan meydana gelmiştir. Birçok olayı, tekdüze aynı biçimde bağlamanın yarattığı izlenim, bizi nesneleri birbirine bağlayan bir tözün var olduğunu sanmamıza yol açar. Böylelikle nitelikleri algılarken, onlara düşüncede bir de töz ekler ve bu da bizi her niteliğin bilinmeyen bir töze bağlı olduğu kabulüne vardırır.
Berkeley’ye göre, “madde" adı verilen, şimdiye değin kimsenin görmediği “genel nesne” yoktur. Var olan, nesnelerin birtakım ilintilerdir. Locke’ın “ikinci nitelikler” dediği bu ilintileri de biz kendimiz düşüncede ekleriz. Duyumsananlar, ancak bu ikinci niteliklerdir. Nesneleri biz belli bir büyüklükte, uzaklıkta, belli bir şekilde duyumlamayız; bu öğeleri biz düşünme ile bir araya getirip birleştirerek kurarız. Bizim “nesneler” dediğimiz, yalnız tasarım bağlamlarıdır. Örneğin bir kiraz; görme, dokunma, koklama, tatma gibi izlenimlerini birer birer ortadan kaldıralım; geriye bir hiç kalır. Yani kiraz; kokusu, tadı, rengi, sertliği vb. dışında bir hiçtir.
Hume, nedensellik yasasını çağrışım ilkeleriyle oluşan alışkanlıklarla açıklar. Ona göre, iki olay arasında zaman bakımından bir yakınlık varsa; yani bir olayın hemen ardından bir başka olay meydana gelirse insan bu iki olayı zamanda yakınlık bakımından birbirine bağlar. Aynı olaylar birbiri peşi sıra birkaç kez tekrarlanınca insanda bir alışkanlık oluşur; ve biz bu alışkanlığı nedensellik yasası olarak ifade ederiz. Örneğin, rüzgarın esmesi ve hemen ardından ağaçların sallanmasına yaşamımızda birçok kez tanık olunca, bu iki olay arasında bir bağ kurulur ve bunun sonucunda oluşan alışkanlıkla zihnimize nedensellik ilkesi yerleşir.
David Hume, bilincin içindekileri “izlenimler” ve “ideler” olmak üzere ikiye ayırır, izlenimler, işitirken, görürken ya da sever ve nefret ederken, arzularken, isterken duyduğumuz canlı duyum ve duygulanımlardır, ideler ise, izlenimlerden daha az canlı olan hatırlama ve hayal gücü tasarımlarıdır. İdelerin bilincine, ancak herhangi bir izlenime yönelip onun üzerinde durduğumuzda varırız.
Locke’a göre bilginin kaynağı deneydir. Ancak o, deneyle kazandığımız bilgilerin, tasarımların kendi aralarındaki bağlantılarının bilinebileceğini, bunların bilincin dışındaki objelerle olan uygunluğunun bilinemeyeceğini savunmaktadır. Bu düşünceden hareket eden Berkeley, sonunda cisimler dünyasının varlığını ortadan kaldırır. Berkeley geliştirdiği bu görüş ile, maddi bir dış dünyanın bilincimiz dışında bağımsız bir varlığı olduğunu reddeder. Aksi bir kabul, objelerin düşünülmeden var olduklarını ileri sürmek demektir. Berkeley’e göre, dış dünyadaki objelerin varoluşlarını ne kadar düşünsek de, incelediğimiz hep kendi idelerimizdir.