11. Sınıf: Felsefe - 5. Ünite : 20. Yüzyıl Felsefesi - 20. Yüzyıl Felsefesi - Ünite Tekrar Testleri
TestSorular'da sadece oturum açmış öğrenciler çözdükleri testlerden puan kazanabilir.
Yok benim amacım puan toplamak değil sadece kendimi geliştirmek istiyorum diyorsan, sorular seni bekliyor.
20 . yüzyıl felsefesi, felsefenin klasik dallarının dışında yeni felsefelerin ortaya çıktığı bir çağdır. Matematiksel mantığın, meta-etiğin, dil felsefesinin, psikoloji felsefesinin, toplumsal cinsiyet felsefesinin, çevre felsefesinin, bilim felsefesinin hemen hemen bütünüyle 2 0. yüzyıl felsefeleri olduğu söylenebilir. Bu yüzyılda filozofların, sistem inşa etme çabası içine girmekten çok, felsefenin bir alanında özgün ve eleştirel düşünceler geliştirmişlerdir
Üzerinde çalıştığım masayı kaplayan kırmızı örtüye baktığım zaman, duyularımla bu somut şeyi algılarım, ancak aynı zamanda zihnim de kırmızılığın özünün bilincine varır. İnsan zihni burada kırmızılığın özünün bilincine varırken, deneyim söz konusudur. Ancak bu deneyim beş duyu aracılığıyla gerçekleşen duyu deneyi değil, zihinsel bir deneyim olan sezgidir. Husserl “zihinsel deneyim”i, “intüisyon/sezgi” anlamında kullandığı “ideasyon aktı” ile ifade eder. İnsan zihni şeylerin özünü, ideasyon aktı aracılığıyla doğrudan ve aracısız olarak kavrar.
Olağan durumdayken bilincim hep şu biçimdedir; bir nesne olarak kendimi değil, doğrudan nesneleri fark ederim. Ancak, bu nesnelerin benim bilincimden bağımsız olarak var olduklarını kanıtlayamam. Bu noktada bilincine vardığımız nesnelerin bilincimizden bağımsız olarak var olmalarıyla ilgili çözümlenemez sorunların içinde saplanıp kalmamalıyız. Dış nesneler ister var olsunlar ister olmasınlar, bizim için bilinç nesneleri olarak var oldukları kuşku götürmez. Dolayısıyla onlarla ilgili başka varsayımlarda bulunmadan, onları bilincin nesneleri olarak araştırmalıyız. O yüzden yanıtlanamaz soruları bir tarafa almalı, soruşturmaya donanımlı olduğumuz şeylerle devam etmeliyiz.
Bir fotoğraf karesini düşünelim; içinde hiçbir bilinç olmayan her şeyden bağımsız, bu fotoğraf karesinin yanına başka bir anı çağıracağız. Bu ikisinin arasında bir hafıza izinin olmaması mümkün değildir. İki anı birbirine bağlayan bir hafıza olmadan, sadece biri var olacaktır. Sonuç olarak tek bir an olacaktır, önce sonra olmayacaktır, ardı ardına gelme ve zaman olmayacaktır. Süre ile, ne kadar kısa olursa olsun iki anı ve hafızayı birbirinden ayırmak imkansızdır; çünkü süre önceden var olan fakat şimdi var olmayanın, şu anda var olanın içindeki devamlılığıdır. İşte bu gerçek zamandır. Algılanır ve yaşanır. Biz zamanı onu hayal etmeden, algılamadan ve yaşamadan kavrayamayız.
20. yüzyıl felsefesindeki uzmanlaşma, coğrafi ve politik incelemelerle de zenginleşen entelektüel rekabeti artırmıştır. Ayrıca bu yüzyılda, felsefe okulları arasında çok köklü bölünmeler olmuş, felsefenin ne olduğuyla, ne olması gerektiğine ilişkin tanımlar üzerinde de pek sıcak tartışmalar yaşanmıştır. Öyle ki, bir yandan felsefenin sonunun geldiğine işaret edenler, diğer yandan felsefe yeniden başlıyormuşçasına, felsefe yapmanın yeni yollarını önerenler olmuştur
20. yüzyıl felsefesinin şekillenmesinde rol oynayan filozofların hemen hemen tamamı üniversitelerde maaşlı görev yapan felsefe profesörleri olduğu görülmektedir. Buna göre 20. yüzyılda felsefe, üniversitelerde, araştırma enstitülerinde kurumsal olarak yürütülen bir etkinlik halindedir. Felsefe aynı zamanda kongrelerde, ulusal ve uluslararası felsefe cemiyetleri ve önemli dergilerde hayata geçirilen bir disiplindir. Bu yüzyılda felsefe, filozofların giderek daha teknik hale gelen bir terminolojiyle, geniş kitleler için değil de neredeyse birbirleri için yazdıkları ve büyük ölçüde özel konularla ilgilenen bir uğraş durumundadır.
Bergson’a göre, iki çeşit zaman vardır. Biri, dış dünyaya ait olan, ölçülebilen, “homojen” zamandır. Diğeri, insanın içsel yaşantısına, bilince özgü olan “heterojen” zamandır. Heterojen zaman somut süredir ve tek gerçek zaman odur. Homojen zaman ise, gerçek sürenin sadece sembolik bir ifadesidir. Bergson’a göre, bilimin icat ettiği saat sadece mekandaki zamanı ölçer, oysa gerçek zamanı geçmişin sürekli olarak şimdiki an’a katıldığı “süre” oluşturur. Bergson’un felsefesinin odak noktasını oluşturan “süre” bir oluştur, durağanlık yoktur, ölçülemez, yaşantı sonucudur ve gerçek süreye sahip olan tek varlık insanın bilincidir.
Bütün bilgiler analizle elde edilir fakat mutlak bilgi ancak sezgi ile kavranır. Sezgi, zihinsel bir sempatidir. Bununla, bir şeyin orijinal olan ve dolayısıyla ifade edilemeyen mahiyeti kavranır ve o şeyin içine yerleşilir. Sezgi ile her şeyden önce kavradığımız şey, zaman içinde akan kendi kişiliğimiz, kendi benliğimizdir. Süre, ancak sezgi ile doğrudan doğruya kavranabildiğinden kavramların üstüne çıkmak zorunludur; ve ancak böylelikle ben’deki sürenin yine Ben’in kendisiyle mutlak bir iç bilgisi mümkündür
20. yüzyıl felsefesinde, yaklaşık ellili yıllara kadar tam bir birlik, altmışlı yıllardan itibaren de önceki dönemin felsefe anlayışından köklü bir tepkiyle ayrılan alternatif bir anlayış vardır. Söz konusu ilk dönem felsefesinin birliğini sağlayan şey, büyük ölçüde Kant’tan miras alınan inşacılığı ile göreliliğinden uzaklaşma isteğidir. Bu bağlamda 20. yüzyılın ortalarına kadar filozoflar, bilginin zihnin inşası olmadığını, bireyin öznel görüşünden bağımsız olarak var olan evrene ilişkin bilginin imkanını savunmaya çalışmışlardır.
Husserl’e göre, pozitivizm sadece duyusal verilere dayanarak yanılgıya düşmüştür. Oysa insanlar, nesne ve varlıkların özlerini kavrar. Bu özlere ise günlük yaşamdaki alışılmış tavrımızla bilemeyiz. Çünkü günlük tavrımız dogmatik olan doğal tavırdır. Varlığın özünün kavranabilmesi için dogmatik olan bu doğal tavrı bırakmamız gerekmektedir. Varlıkların özüne ulaşabilmek için onları duyulardan ayıklamak gerekir.