8. Sınıf Türkçe 5. Ünite : Atasözleri ve Deyimler - Ana Fikir Test Soruları
TestSorular'da sadece oturum açmış öğrenciler çözdükleri testlerden puan kazanabilir.
Yok benim amacım puan toplamak değil sadece kendimi geliştirmek istiyorum diyorsan, sorular seni bekliyor.
Ömer Seyfettin, Türk edebiyatının en önemli hikâyecilerindendir. Bu türün sevilmesinde büyük katkısı vardır. Fakat onun hikâyecilikteki başarısı, şairliğini gölgede bırakmıştır. Hâlbuki o; önce Edebiyat-ı Cedide zevkiyle, daha sonra Millî Edebiyat hareketinin ve Şairler Derneğinin tercihleriyle, oldukça etkileyici şiirler yazmıştır. Ancak çokça takma ad ve rumuz kullanması, şiirleri üzerinde çalışanları zaman zaman yanıltmış, başkasının şiirleri Ömer Seyfettin’in sanılmıştır. Bunun üzerine yapılan akademik araştırmalarla yazarın şiirleri sınıflandırılarak kitap hâline getirilmiştir.
Oyun, çocuğu hayata bağlayan en önemli etkinliktir. Oyun ilk bakışta çocuğun sadece fütursuzca eğlenmesini, hoyratça koşmasını sağlayan bir araç izlenimi uyandırabilir. Fakat dikkatli incelendiğinde oyunun birçok işlevinin olduğu fark edilebilir. Bu işlevlerden en önemlisi çocuğun benliğinde var olan toplumsallık özelliğini ortaya çıkarması ve onu iş birliğine yöneltmesidir. Oyun esnasında çocukların bir güçlüğü beraber aşmaları ve oyunun kurallarını hep birlikte belirlemeleri, çocuklara demokrasi bilinci aşılanması ve toplumun elindeki demokratik birikimi gelecek kuşaklara taşıması açısından önemlidir. Fakat ne yazık ki günümüz çocukları birliktelikten yoksun bilgisayarla iç içe geçmiş bir şekilde yıllarını boşa harcamaktadır. Bu durum geleceğimizi inşa edecek çocuklar için oldukça vahimdir.
İletişim kurma yöntemlerimiz arasında, “hikâye” en rahat, en işlevsel ve belki de en tehlikeli alandır. Kültürleri ve nesilleri aşan, yüzyıllardır insanlığa eşlik eden hikâyeler hepimize temas eder. Olayları bir masal şeklinde bir araya getirmek, yediden yetmişe hepimizin hoşuna giden tek iletişim ve eğlence yöntemidir. Hikâyeler hiçbir zaman tanışmadığımız atalarımızla, on ya da yirmi bin yıl önce yaşamış insanlarla bağlantı kurmamızı sağlar. Yazılı kültür öncesi toplumlar hakkındaki araştırmalar, hikâye anlatmanın insanın yazı yazmayı öğrenmesinden çok daha eskilere dayandığını ortaya koyuyor. Milyonlarca isimsiz hikâyeci, anlatıyı yarattı; gözlemleriyle bilgilerini hikâye yoluyla başkalarına aktarmayı öğrendiklerindeyse medeniyet tarihi başlamış oldu.
Şiir, okunan ve sözü edilen en yüksek sanattır. Sadece şu dakikayı düşün. Şu dakikada kim bilir kaç kişi Yahya Kemal’den, Nâzım’dan dizeler söylüyordur. Biri eşine Oktay Rıfat dizesi uzatıyor, biri Can Yücel lâfı ediyor, biri Fuzuli söylüyordur. Şu anda kim bilir dünyada Homeros adı kaç bin kez kullanılıyor. Şiirin yaygınlığını kitapların baskı sayısıyla ölçmek çok yanlış bir şeydir. Eşreften bile kaç milyon kez söz edilmiştir! Orhan Veli...
Sokrates ölüme mahkûm edildiğinde, eşi ağlayama başlar. Sokrates eşine neden ağladığını sorar. Eşi,
- Haksız yere ölüme götürülüyorsunuz, onun için ağlıyorum, der.
Sokrates gayet sakin cevap verir:
- Haklı yere götürülseydim daha mı iyiydi?
(I) Eğer düşünecek olursak bir üniversitenin veya en yüksekokulun bize verdiği şey ilkokulun bize vermeye başladığı şeyden ibarettir: Okuma öğretmek. (II) Çeşitli dillerde, çeşitli ilim dallarında okumayı öğreniyoruz; çeşitli türde kitapların alfabesini ve harflerini öğreniyoruz ama bilgiyi, kuramsal bilgiyi edindiğimiz kaynak, kitapların ta kendisidir. (III) Her şey çeşitli hocaların bizim için ellerinden geleni yaptıklarından sonra, bizim kendiliğimizden okuyacağımız kitaplara bağlıdır. (IV) Günümüzde gerçek üniversite, bir kitap koleksiyonu demektir.
Ben küçükken hep aynı soruyu sorarlardı: “Büyüyünce ne olmak istiyorsun?” İlkokulda “Öğretmen olmak istiyorum.” derdim. Ortaokuldayken pilot, lisede tiyatro oyuncusu olmak istediğimi söylerdim. İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesinde okurken anladım ki ben aslında harfleri seviyorum, başka bir şeyi değil! İstanbul Radyosuna özellikle çocuk programlarına radyo oyunları yazmaya başladım. İlk kitabım “Kar Tanesi”ni de o yıllarda yazdım.
Okumak, dostluğu ilk saf hâline çevirir. Kitaplarda merasime ihtiyaç yok. İstersek günlerimizi onlarla geçiririz. Hatta çok defa istemeyerek ayrılırız onlardan. “Hakkımızda ne düşünecekler, acaba bir patavatsızlık yaptık mı, hoşlandılar mı bizden, talanı görünce bizi unutacaklar mı?” gibi düşüncelere sevk etmez bizi bu. Saf ve sakin bir dostluk. Ne gösterişe lüzum var ne gevezeliğe. Sükût içinde bir kaynaşma. Bir kendi kendimizle baş başa kalış. Sükût; söz gibi kusurlarımızın, sırıtışlarımızın izini taşımaz. Yazarın düşüncesi ile kendi düşüncemizin arasına bencillik sokmaz, konuşmayı yabancı unsurlarla zehirlemez. Okumak, eğlencelerin en asilidir.
Kitapta en dikkat çeken nokta “kültürel alıntı” meselesidir. Yazar; bir dilde hangi kelimelerin öz, hangi kelimelerin alıntı olabileceğine dair çeşitli ipuçları paylaşır. Ona göre diller; insan bedeni, renkler, sayılar ya da akrabalık ilişkileriyle ilgili kelimeleri kendi söz varlığı içinden oluşturur. Bu tür kelimeler, ana dil kullanıcılarının içine doğdukları dünyayla ilk temaslarından itibaren ürettikleri temel dayanaklardır. Bu yüzden bunların kültürel alıntı olma ihtimali zayıftır. Ayrıca Akar, toplumların sosyal dokusunu gösteren akrabalık adlarının Türkçede zengin bir söz varlığına sahip olduğunun da altını çizer: “Amca, dayı, yenge, hala, teyze, yeğen, elti, enişte, görümce, baldız, torun... gibi her biri ayrı bir akrabalığa işaret eden bu söz çeşitliliğimiz birçok dünya dilinde yoktur.”
Eğer yazar bahsettiği gibi kötü şeyler yaşıyorsa bunu yazmalı diye düşünüyorum. İnsanlardan şöyle şeyler duyuyorum: “Evli ve çocuklu olmasaydım, yazar olabilirdim.” ya da “Bunu yapmayı durdurabilseydim yazar olabilirdim.” Buna inanmıyorum. Bence yazacaksanız yazacaksınızdır. Hiçbir şey size engel olamaz.
Metnin kurmaca olması, samimiyetten uzak durulmasını gerektirmez. Edebiyat tarihinin bütün büyük yapıtları, kurmacayı bile çok samimi bir dille yansıtmışlardır. Edebiyatın günümüzdeki en büyük açmazıdır samimiyetsizlik. Bundan dolayı edebiyatın hangi türünde yazarsanız yazın, samimi olur.
Doğada kurala uyan kazanır.
Çok mutlu yaşayıp ömrü uzanır.
Herkes kendisini çok güçlü sanır.
Doğa hepimizden güçlü değil mi?
Yeri göğü insan kirletmiş, neden?
Ozon tabakası delinmiş birden.
Buna sebep olmuş uzaya giden.
Dünyada sıcaklık artar değil mi?
Kuzeyde sıcaktan buzul eridi.
Eskiden doğal bir düzen var idi.
Ozon tabakası delinmiş miydi?
Fazla ışın kanser yapar değil mi?
Herkes ne yaparsa kendine yapar.
İnsanlar yolundan ne çabuk sapar!
Şu kara toprakta çok insan yatar.
Doğa çok güçlüdür, doğru değil mi?
Kalıbımızın adamı olmayı başaramıyoruz bir türlü. Çok konuşuyoruz ve ettiğimiz sözün nereye ulaşacağını kestirmeyi akıl edemiyoruz. Düşünme ve empati kurma yetilerimizi kullanmaktan aciz, garabet timsali bireyler olmayı tercih ediyoruz. Odunlukta çağ atlayıp nezakette ise çağ kapamayı kahramanlık sayıyoruz. Hassasiyet ve ince düşünme kavramlarını bir çuvala basıp içini fikirsizliklerimizle ördüğümüz bir kuyuya atıyoruz. Bunu yaparken hiç zorlanmıyoruz ve hatta çoğu kez bundan hınzırca bir keyif alıyoruz. Saygı ve hoşgörü kavramlarının ise çoktan ömrünü doldurduğunu düşünüp onları dışlıyoruz. Aman gözün açık olsun, boş ver senin işin yürüsün, gerisi önemli değil, senin keyfin yerinde oh ne âlâ, gerisinin canı cehenneme, bana dokumasın da ne hâli varsa görsün... İşte bizim gerçeklerimiz bunlar!