9. Ünite: Türk Dili ve Edebiyat - 1. Ünite : Giriş - Düşünceyi Geliştirme Yolları - Test Soruları
TestSorular'da sadece oturum açmış öğrenciler çözdükleri testlerden puan kazanabilir.
Yok benim amacım puan toplamak değil sadece kendimi geliştirmek istiyorum diyorsan, sorular seni bekliyor.
Kitapta doğru, güzel, iyi dediğimiz en yüksek kültür değerlerinin dildeki anlatışları tespit edilmiştir. Bunların sözler halinde kalarak uçup gitmeleri önlenmiş, sürüp gitmeleri sağlama bağlanmıştır. Kuşaklar edindikleri bilgi ve görgüleri birbirlerine aktarırlar. Gelenek dediğimiz de budur. Kültürün sürekliliğini, bir yazboz tahtası olmamasını sağlayan gelenektir. Kitap da kültürdeki sürekliliği, kendi görevi bakımından en sağlam biçimde gerçekleştiren aracımızdır. Kitap, insanlığın kültür belleğinin dayanağıdır. Kitap, bir yandan geçmiş kuşakların kültürdeki kazanç ve başarılarını bize güvenecek bir biçimde ulaştırması, öbür yandan da yaşayan kuşakların oluş halindeki düşünce, görüş ve duygularını yayması, dolayısıyla karşılıklı uyarlamalara yol açması ile tam bir kültür değeridir.
12 Mart romanlarının bu özelliği, ortak başka bir özelliği beraberinde getirir. O da roman başkişilerinin edilgen kişiler olmalarıdır. Bunlar sayısız kolları olan büyük bir yaratığın karşısında çaresiz durumdadırlar. Bu romanlarda acımasız yaratığın kollarından biri devrimcinin kapısından içeri uzanır ve yakalar götürür. O andan itibaren devrimci genç edilgen duruma düşer. Bu dönemin bir eseri olan Yaralısın’da roman kahramanlarının evi basılır, kendisi de gözleri bağlı olarak götürülür. Nasıl bir eyleme katıldığını açıklamaz Erdal Öz. Romanın sonuna kadar bu gencin başına gelenleri izleriz: sorgulamalar, insanlık dışı muameleler, bitmeyen işkenceler vb. Bu roman kişisinin edilgen olmaktan başka şansı yoktur. Katlanmaktır yapabildiği tek şey.
Bir toplumun dünya görüşünü belirleyen ana güçlerden biri dildir. Dilinde devrimsel bir dönüşüm yapmadan o toplumun dünya görüşünü, düşünüş ve yaşayış biçimini değiştirmesi olanaksızdır. Bunu bir söylevinde Atatürk de belirtir: “ ... Uygarlık yolunda başarı, yenilikleri kavrayıp uygulamaya, yenileşmeye bağlıdır. Toplumsal yaşayışta, ekonomik yaşayışta, ilim ve fen alanında başarılı olmak için biricik ilerleme ve gelişme yolu budur. Yaşamayı ve yenileşmeyi sağlayan hükümlerin zamanla değişmesi, gelişmesi, yenileşmesi kaçınılmaz bir zorunluluktur. Uygarlığın yeni buluşları, bilimin olağanüstü başarıları, dünyayı değişmeden değişmeye sürükleyip durduğu bir dönemde, yüzyılların eskittiği köhne davranış ve düşünüşlerle, geçmişe saplanıp kalmakla varlığımızı korumamız mümkün değildir.” (1924, Dumlupınar)
Edebiyatımız ne Tanzimat ne Servetifünun ne de Milli Edebiyat Dönemi’nde halkçı bir nitelik kazanmıştır. Oysa bu durum 1923’ten sonra değişmeye başlamıştır. Okulların açılması, Köy Enstitülerinin kurulmasıyla birlikte toplumun her katından insanların yetişmesi, sanata ve edebiyata yönelmesi olanakları doğmuştur. Örneğin Tanzimat Dönemi’nde yazar ve ozanlarının % 79,5’u İstanbul’da yaşamıştır. İstanbul doğumluların oranı %73, Anadolu doğumluların oranı ise % 11,7’dir. Cumhuriyet’ten yani 1923’ten sonra ise bu oranlarda büyük bir değişim ortaya çıkmış, İstanbul doğumluların oranı %29, Anadolu doğumluların oranı ise %67 olmuştur. (Bugünkü sınırlar dışında doğanların oranı: Tanzimat Dönemi’nde %13,4; Servetifünun Dönemi’nde %11,7; Cumhuriyet Dönemi’nde %4’tür.
“ Güzel” sözcüğü nereden gelir, hiç düşündünüz mü? Gözle ilgili, göze ilişen, göze hoş görünene gözel, güzel diyoruz. Çoğu dil güzellik kavramını görme duyusuna bağlar: Gözle algılanan nesnenin üstünlüğü güzel sıfatı ile nitelenir. Kimi dillerde bu kavram insanın bazı ilkel eğilimlerinden doğmuştur. Latince pulcher “güzel” dinsel bir terim olsa gerek, sürüde en üstünü diye kurbanlık olarak seçilen hayvana veriliyor bu sıfat. Farsça dilber göze değil, gönle çevriktir. Cermen dillerinde schön parlaklık gösterir, onun akrabası bir sözcük “beyaz at” anlamına gelir. Bir ulusun görüş kaynağına varmak, düşüncesinin özünü kavramak için onun güzellik anlayışını izlemekten daha aydınlatıcı bir yol tutulamaz.
Romanı halkı eğitmek amacı ile kullanma konusunda Ahmet Mithat’ı izleyen Gürpınar’ın ondan ayrıldığı nokta, getirmek istediği değer değişkenliğinin çok daha köklü olmasıdır. Ahmet Mithat, temelde halkın, İslamiyet’ten kaynaklanan değerlerini paylaşan bir adamdır. Gürpınar ise politika, ahlak ve din alanlarında halkın görüşünden çok ayrı fikirler besliyordu. O, Batı’nın akla, bilime dayalı pozitivisit zihniyetini yerleştirmeye çalışmıştır
Yalın bir söyleyişle eleştiri, bir sanat ya da edebiyat yapıtını bütün boyutlarıyla inceleyip değerlendirmek ereğiyle yazılan yazı demektir. Sanatçının yaratısını açıklama, ona değer biçmedir. Bu bakımdan yazınsal türler içinde ayrı bir özelliği vardır eleştiri dilinin.
Şiir kelimelerle güzel şekiller kurmak sanatıdır, başka bir şey değildir. Ama kelime nedir? Annedir, dosttur, kadehtir, hasrettir, hayaldir, yani bir manası, bir tedaisi, bir gölgesi hatta bir rengi ve tadı olan nesnedir. Kelime, insanoğlundan haber verir, insanoğlunu işlemek her sanatkârın boynunun borcudur. İnsanoğlu dünyanın en zengin madenidir. Kelime dedik ama kelime boş bir kalıp değil ki... Şairin hisleri, fikirleri, hayalleri, dünya görüşü, felsefesi, şahsiyeti, her şeyi şiirde belli olur. Şu var ki kelimeleri tanımak, sevmek, okşamayı bilmek lazım. Hangi kelime hangi kelimeyle yan yana geldiğinde nasıl bir ışık peyda olur? Bunu bilmek lazım. Mallarme’nin “Şiir, kelimeler dinidir.” demesi bundandır. Şiir bu suretle hüner ve marifet işi oluyor. Öyledir de. Ata binmek, ok atmak, elbise dikmek, kundura yapmak, hatta boyamak ne ise şiir de odur, yani ustalık ve ihtisas işi. En zengin bir malzeme kötü şairin elinde berbat olup gider. Tıpkı harikulade bir İngiliz kumaşının kötü terzi elinde heba olup gitmesi gibi. Sanat, terzilikte olduğu gibi, makas meselesidir. Makastar olmak lazım.