9. Sınıf: Türk Dili ve Edebiyat - 2. Ünite : Hikaye - Hikayede Anlatım Teknikleri - Test Soruları
TestSorular'da sadece oturum açmış öğrenciler çözdükleri testlerden puan kazanabilir.
Yok benim amacım puan toplamak değil sadece kendimi geliştirmek istiyorum diyorsan, sorular seni bekliyor.
Bir tören yapıldı benim için, eşi menendi hiç görülmüş değil. Tam şuraya havuzun önüne bir kürsü kuruldu. Bayraklarla süslü. Elektrik direklerinde, bir direkten ötekine uzanan kordonlarda, ağaç dallarında, parkın çevresindeki demir parmaklıklarda tam tekmil balonlar, krepon kâğıtları, envaiçeşit takı salınıp uçuşmakta. Bende bir heyecan, bir heyecan!
Zaten şimdi, yaz sonu olduğundan her yer harekette, herkes işbaşında idi. Harmanlar kalkıyor, bağlar bozuluyor, yemişler taşınıyordu. Bıldırdan beri tembel, ağır gölgelerin sessizce dolaştığı yolları aceleci şekiller doldurmuş; gelen giden küfeli atlar, yüklü arabalar, telaşçı insanlar, uykulu mescitler ve kandilleri tozlanmış türbelerle dolu bu kasvetli sokakları canlandırmış, ayaklandırmıştı
Haseki taraflarında bir çıkmaz sokağın içinde yalnız duran üç odalı bir ev, bir mezar gibi, sonsuz bir sessizlikle doluydu. Bir eskimişlik ve unutulmuşluk içinde terk edilmiş halde bulunuyordu. Çatısından kopan bir tahta, damından uçan bir kiremit, duvarlarından yuvarlanan bir taş senelerce düştüğü yerde kalırdı. Evin küçük bahçesinde duvara yakın büyük bir ağaç temmuzun o ateşli güneşi İstanbul’un bu yönlerini yakıcı bir hareket içinde bıraktığı zaman, yapraklarının arasına gizlenmiş serin bir rüzgâr yaymaya başlayıp o mahallenin, o evin bir büyük yeşil yelpazesi gibi havayı tazeler ve ona bir ferahlık kazandırırdı.
Ayşe çok eskilerde olduğu gibi geldi, babasının dizine oturdu. Kolunu boynuna attı. Babası bir şeyler sezmiş gibiydi. Okşadı kızının gür kumral saçlı başını. Yolda hanımı için düşündüğü çok ağır şeyleri unutuverdi. Oysa gene pek çok gecelerde olduğunca sövüp sayacaktı. En çok da hanımının savcı babasını karıştıracaktı.
Yolun adamakıllı çetinleştiği, iki taraftaki taşlara, çalılara, çam fidanlarına tutunmadan yürümenin güçleştiği bir yerde önümüze kocaman bir büvet çıktı. Bir başından bir başı on beş adım vardı. Üç adam boyu kadar derin olan suyu yüksekçe bir kayadan dökülüyordu. Gövdesini dört kişinin zor kucaklayacağı bir çınar havuza doğru eğilmiş, kalınlı inceli dallarını suyun üstüne uzatmıştı
O gece, yalnızlık duvarlardan parça parça çıkıp üstüne vardı. Göğüs kafesinin ortasına yerleşti, mayalanmış gibi köpüklendi. Bundan sonra sonsuz yalnızlığı duyacağını anladın. Yanında biri var yahut yok, birilerine gitmişsin, çocukların torunların gelmiş. Yalnızlığı yok etmezdi.
Başını kaldırıyor. Ağaçları tanımaya çalışıyor. Tanımıyor. Ben bunların üç yapraklı fidanlıklarını bilirim, güneş gibi. Elimle diktiklerim vardı. Niye böyle uzak, yabancı bunlar? Gövdelerini yokluyor. Eğriliklerini, boylarını inceliyor. Hayır. Hiçbirini tanıyamıyor. Evle bahçe arasında, altındaki çimeni hep yeşil tutan ulu dutları bile tanımıyor. Eve bakıyor: O da yabancı.
“ Nereden aklına esti çobanla konuşmak!” dedi.
Genç kız, omuzlarını, kollarını, gözlerini oynatarak,
“ Merak ediyorum ayol, ben hiç köylü görmedim ki!” dedi.
Yanında oturan annesi başını çevirmeden,
“Ne münasebet!” dedi. “Ankara’da pazarlarda, yollarda hiç görmedin mi?”
“Aa! Onlar köylü mü, amele... Hem ben böyle çobanları falan görmek isterim. Sonra yavru keçileri de okşayacağım.”
Birdenbire ve can havliyle İclâl’e,
— “Kaç yazdın numarayı?” diye soruyorum.
O çoktan ezberlemiş bile:
— “87956.”
— “Yanlış” diyorum.
— “ Neden? Sen öyle demedin mi?”
— “Hayır.”
— “Aaa.. vallahi 87956 dedin. Hâlâ kulağımda.”