9. Sınıf: Türk Dili ve Edebiyat - 2. Ünite : Hikaye - Yapı - Teknik - Hikaye Çeşitleri - Test Soruları
TestSorular'da sadece oturum açmış öğrenciler çözdükleri testlerden puan kazanabilir.
Yok benim amacım puan toplamak değil sadece kendimi geliştirmek istiyorum diyorsan, sorular seni bekliyor.
I.
Kim ne derse desin, ben şiirde epope çağının tarihe karışmış olduğuna inanıyorum. Artık manzum hikâye, manzum roman yazılmaz. Yazılmasına yazılır elbet ama bu yollardan gerçek sanat eseri meydana getirmek zordur. Jocelyn’i bugün açan var mı? Hugo’nun epik şiirlerini okumak için az mı sabır ister? Homeros’un örneği sizi yanıltmasın. Homeros, şiir sanatı bakımından değil, hikâye sanatı bakımından eşsiz bir güç gösterdiği için yaşıyor. Eserleri manzum olmasaydı değerinden ne kaybederdi? Hem okunan çeviriler daha çok nesir değil mi? Ya destan? diyeceksiniz. Destan da manzum hikâye ve romanın iptidai şeklinden başka nedir ki? Destanın milli sanatlarımız arasında yeri olduğunu tekrarlayıp duruyoruz ama halk şiiri deyince destanlara değil, koşmalara başvuruyoruz. Nasıl ki, divanları açınca da kasidelere değil gazellere göz atıyoruz. Destanını okutabilmek için bir şiirin apayrı bir kabiliyet taşıması, bize hiç alışık olmadığımız bir yenilik getirmesi gerekiyor.
II.
Sıcak yaz gecesi. Mahalle kahvesinin önündeki setin üstü sanki ufak bir bahçecikti. Ortada küçük bir havuz, içinde gazoz şişeleri, etrafında biraz çimen, kına çiçeklen. Kapının sağ tarafında bazısı giyimli, birtakımı da gecelik entarileri, şam hırkaları ile dört beş kişi İstanbul’un son büyük zelzelesinden konuşuyorlardı. Gümrük aracılarından Faik Efendi, kırk beş yaşlarında, uzun kara bıyıklı, esmer bir adam. Ayağının birini altına alarak kaşlarını yukarı aşağı oynatarak anlatıyor: “Ben”diyor,” hareket olurken Eminönü’ndeydim. Fevzi Bey, Allah sizi inandırsın, o Yeni Cami minareleri yok mu, birbirine dokunuyor, ayrılıyor, dokunuyor, ayrılıyor. O kaldırım taşları sanki su içinde fasulye kaynar gibi kaynıyordu.
İlk hikâye örneği: Ahmet Mithat Efendi —
Batılı anlamda ilk hikâyeler (İlk Realist Hikayeler):
Sami Paşazade Sezai —
Dışarı, güneşe çıkıyor, güneşte dolaşıyor, içeri giriyor. Kaçakçılardan alınmış yeni ceketinin cebinde bir mendil sokulu. Mendili türlü şekillere koyuyor, uğraşıyor. Kasketi de yeni. Kasketi başına geçiriyor. Altından, alnına kara, uzun perçemlerini çıkarıyor. Sonra geri koyuyor. Bir de böyle bakıyor aynaya.
İstanbul’da, Karaköy Meydanı’nda, Akbank’ın önünde bir armut ağacı var. Her bahar çiçek açar, meyve verir. Kimi kimsesi, arayanı soranı yoktur. Olgunlaşmadan dökülen meyveleri ara sıra dibinde oturan ayakkabı boyacılarının tepesine düşer. Onu oraya kim dikmiştir? Nasıl gelişip serpilmiş, böyle güzelleşmiştir? Yapraklarının üzerinden bugüne kadar kaç metreküp zehirli gaz, kurum geçmiştir? Bütün bunlar bir yana armut ağacı yıllardır meydanda olup bitenleri gözlüyor. Dozerlerin kepçeleri, çelik tırnaklarını zaman zaman köklerinin uçlarında gezdiriyor. Yanından yöresinden henüz ergenliğe varmış küçük fidanlar tutuklanıp götürülüyor, çiçek tarhları bozuluyor, yeşil alan diye yapılan el kadar sahalara asfalt dökülüp bir iki arabaya daha park yeri açılıyor.
Mustafa Kutlu
Türk Dili ve Edebiyatı öğretmeni derste hikâye konusunu işlerken bu tarz hikâyenin özelliklerini bir örnek üzerinde şöyle anlatmaktadır:
- Modern anlamda hikâye bize Batı’dan gelmiş bir türdür. Dünya edebiyatında iki hikâye tarzı etkili olmuştur. Şimdi bir tarzı O’. Henry’nin “Son Yaprak” adlı hikâyesinde somutlaştıralım.
Üniversitede okuyan iki kız arkadaş vardır: Sue ve Johnsy. İki katlı bir evin üst katında onlar, alt katında altmışını geçmiş ihtiyar bir ressam vardır. Bu ressam artık hayatının sonlarına gelmesine rağmen şaheserini meydana getirememiştir. Bu kızlardan Joonsy bir gün zatürree olur. Hayattan büsbütün umudunu kesmiştir. Ne doktorların tedavisine ne de arkadaşının uyarılarına cevap verir. Artık yatağa harap ve bitap düşmüşken karşı duvarda olan frenk elmasının düşen yapraklarını geriye doğru saymaktadır. Arkadaşının ne saydığını sorması üzerine frenk elmasının yapraklarını saydığını o son yaprak düştüğünde öleceğini söyler. Arkadaşı bunun saçma olduğunu söyler. Bir gün alt kata ressamın yanına gittiğinde Beherman Joonsy’yi sorar. Joonsy’nin zatürree olduğunu ölümünü bir frenk elmasının düşen yapraklarına bağladığını söyler. Beherman da aksi bir adam olduğu için epeyce sinirlenir bu duruma. Bu arada düşen yapraklarla Joonsy moral yönünden gittikçe çökmektedir. Bir akşam şiddetli bir fırtına çıkar. Süe perdeleri çeker. Nihayette ölür.
— hikâyesi işte böyle sona endeksli bir hikâyedir. Bütün akış finaldeki aydınlanma ânını daha etkili kılmak, okuru şaşırtmak için düzenlenmektedir
“Bugün onu Karacaahmet’in doymak bilmez toprağına gömdük. Hayırsız toprak, neyleyeyim ben seni! Tabiat da büyük matem gecemize saygı duyarak hıçkırıklarla yağmurunu yağdırıyordu. Semadan boşanan yağmurun sevgilinin kanlı yaş pınarları ile yaş pınarlarından akan gözyaşlarına bu kadar benzeyebileceği hiç aklıma gelmemişti. Uzak ve mor tepelere hazanın bulanık sisleri çökünce, yalnız ve üzgün yapraklar benim dokunulmamış genç kızlığım gibi sararınca tahammül edilmez bir melal ile ağlamak istiyorum. Hazin bir sonbahar güneşi menekşesiz kalan kırlara aksedince bitkin bir ruh ile ölmek istiyorum. ”
Selim İleri
Tanzimat Dönemi’nde ilk hikâye denemelerini “ Müsameretname” adlı eseriyle — ve “Muhayyelat” adlı eseriyle — vermiştir.
Türk edebiyatında Tanzimat’tan önce hikâye türünün yerini halk hikâyeleri, masallar, mesneviler ve Dede Korkut Hikâyeleri tutmaktaydı. Batılı anlamda hikâye Türk edebiyatına Tanzimat’la girmiştir.
Samim Kocagöz, toplumcu gerçekçi anlayışın önemli isimlerindendir. Hikâye ve romanlarında köy ve kasaba insanlarının sorunlarına, günlük yaşamlarına, duygularına ve hayatın zorluklarına değinir. Yalın bir dili vardır. Konularını doğup büyüdüğü Ege Bölgesi’nin toprak meselelerinden, sınıf çatışmalarından, siyasi çekişmelerinden almıştır.